Tahttan indirilme

.34abdulhamid2k.gif (4654 bytes)

  [tarih ana sayfa]
Ana Sayfa

 

KIZI AYŞE OSMANOĞLU'NUN DİLİNDEN II. ABDÜLHAMİD'İN TAHTTAN İNDİRİLMESİ

Cloist-g.gif (1432 bytes)ençliğimin ilk acı ve kederli günleri babamın hal’i ile başlar. Şiddetli top sesleri sarayın duvarlarına aksedip camları sarsarken kalbimde duyduğum ıstırapla gözlerimden yaşlar boşandı. İlk sözlerim, Cenabı Hakka yalvararak, “Allahım! babama acı. Hayatını bağışla!” diye dua etmek oldu. Taht, taç bunlar hep boş şeylerdi. Şimdi bize yalnız onun hayatını korumak, ölümden, ecel-i kazadan muhafaza olunması için dua etmek, Ra bbimizden yardım beklemek kalıyordu.

Sığınağımız Allah’tı. Küçük yaştan beri sarayın eskilerinden dinlediğimiz Sultan Aziz’in hal’i ve katli, bu müthiş felaket, dimağlarımızda yer etmişti. Şimdi bizim başımıza da aynı halin gelme ihtimali vardı.Bu korkulu düşünce ile harap ve perişan titriyor, gözlerimden yaşlar boşanıyor, hıçkırıyordum.

Sarayın her tarafından feryatlar yükseliyor, ah ve enin sesleri arasında “Allah Efendimize acısın” nida ve duaları işitiliyordu. 31 Mart (13 Nisan) Vakası gününden beri huzur ve sükundan mahrum kalmıştık. Hele bir haftadan beri nasıl yaşıyor, neler çekiyorduk? Sarayın bütün genci, yaşlısı sofalarda, odalarda dağınık bir halde bulunuyorlardı. Her saat her dakika felaket haberini bekliyorduk. Ne oldu ne olacak korkusu ile ağlaşıyorduk. Uykusuz, yataksız, yemeksiz bekliyorduk. Bitkin bir haldeydik. Küçük Mabeyin Dairesin’ndeki babamın odasının kapısı önünde kendisini yalnız bırakmayalım, her ne olacaksa başımıza birlikte gelsin düşüncesiyle başlarımızı duvarlara vurup gözlerimizden yaşlar akıtarak bekleşiyorduk.

Saray büyük bir korku ve hakiki bir karanlık içindeydi. Elektriklerle havagazları sönmüş, sular bile kesilmişti. Gece bekçileri, sadık zannettiğimiz Arnavut kapıcılar, hademe ağalar, bahçıvanlar, tablakarlar, hatta Haremağaları bile, çoktan çıkıp gitmişlerdi. Koca sarayda kadınlardan başka kimseler kalmamıştı. sinir buhranları geçiren, korku ve dehşetten bayılan kadınlar görülüyordu. Etrafımız abluka içindeydi. Arada silahlar atılıyor, sarayın bahçesine kurşunlar düşüyordu. Bu sesler bizi iliklerimize kadar titretiyordu.

Bütün bu hallere rağmen aramızda en metin olan yine babamızdı. Sükun ve vakarını asla terk etmeyerek büyük bir tevekkülle Küçük Salondaki masasında oturuyor, bu patırtıları, ağlayışları hiç işitmiyormuş gibi bermutat elindeki kitap ve kağıtları ile meşgul oluyordu. Elindeki tesbihini çekerek güler yüzle odanın içinde dolaşıyor bu haliyle bize gayret ve teselli veriyordu. Biz kendisini rahatsız etmemek için odasına girmiyorduk. Yalnız annem girip çıkıyordu.

Bu sırada babam bir sandığa yerleştirdiği vesaiki iki Haremağası ile Başkatibe gönderdi. Bunlar kendi hizmetlerini gösteren tarihi vesikalardı. Haremağaları ile de Başkatibe şu sözleri söyletti: “Zamanında kaht-ı vükela olduğu halde münavebe ile Sait ve Kamil Paşaları kullanarak devlet idare ettim. Fakat bakalım benden sonra kim ve nasıl idare edecek?”

Bir aralık babam anneme “Kadınım! Çoluk çocuk kaç gündür ne yiyorlar?” diye sordu. Annem, “Efendiciğim! Hiç merak etmeyiniz. Aç kalmıyorlar. Ne buluyorlarsa yiyorlar. Bisküvi falan da vardır. Sizin sağlığınızdan başka istedikleri yoktur. “ dedi. Babam, “Kadınım! Bu kadar saray halkı bu kadar az şeyle yaşayabilir mi? Zavallı kadınların günahları ne ki açlığa mahkum olsunlar? Bu nasıl devam eder? bir çaresine bakmalı.” dedi. Kapıda bekleyen İkinci Musahip Gevher Ağaya seslendi. Başkatibi çağırttı. Beş dakika geçmeden Cevad Bey geldi. Babam Başkatip! bir haftadan beri çoluk çocuk, genci, ihtiyarı, bütün kadınlar adeta aç yaşıyorlar. Bu masum kadınların günahı nedir? Biraz ekmek lazım değil mi? Bir çaresine niçin bakmıyorsunuz?” diye sordu. Cevad Bey laubali bir tavırla :” Ne yapalım? Onları düşünecek halde değiliz. Ne bulurlarsa yesinler. Yemeği nereden bulayım? Aşçılar gitmiş, sarayda kimse kalmamış, biraz ekmek getirtirim. Suya banıp yesinler.” cevabını verdi.

Hiç beklemediği bu cevap üzerine babam pek mahzun olmuş, hayretler içinde kalmıştı. Babam da kara günde terk olunan insanların kırgınlığı vardı, “çoluk çocuk açlığa mı mahkum edildiler? İnsanlık ortadan kalktı mı? bir kişi için bin kişi feda edilir mi? Bu nasıl söz? Herhalde bir çaresini bulunuz.” diyerek Küçük Salona doğru yürüdü. Biraz sonra Hareme bir Çuval ekmek gönderilmişti. Kalfalara dağıtıldı. Bizler ise birer parça bisküvi ve kahveyle idare ediyorduk.

Babam yine Cevher Ağadan sarayda şehzadelerden kimlerin kaldığını sordu. Cevher Ağa yalnız Abdürrahim ve Nureddin Efendilerin kaldığını diğer dört büyük şehzadenin büyük hemşirelerin evlerine gittiklerini bildirdi. Babam “ Pekala! Hakları var” cevabını verdikten sonra derhal Abdürrahim Efendi’yi istedi.

Biz Efendilerin saraydan çıktıklarını biliyorduk. Hatta Burhaneddin Efendi kendisine yapılan iftiralardan dolayı korkup sarayı terk etmeye mecbur olduğunu da bildiğimiz halde babama söylememiştik. Abdürrahim Efendi , zavallı çocuk ağlıyarak geldi. Baba oğul öpüşüp ağlaştılar. Babam “Oğlum! Sen daha çocuk denecek yaştasın. Bu felaketlere   tahammül edemezsin. Sana yazık olur Haydi sen de benimle veda et.Büyük biraderlerin gibi hemşirelerini evine git. Tehlike içinde bulunmanı istemem. Hatta burada bulunan üç genç hemşireni de beraber götür. Onlar da burada kalmasınlar,” dedi. Fakat biraderimiz cesaretle “Hayır babacığım! Sizi bırakıp gidemem.Tehlikeden korkmuyorum. Sizden ayrılacak değilim. Size ne olacaksa bana da o olacaktır. Gitmem!” dedi.

Biz üç hemşire ise , biraderimiz gitmiş olsa bile, her tehlikeye göğüs gerecek, yine babamızı bırakmayacaktık. Bunu, çoktan aramızda kararlaştırmıştık. O günden sonra Abdürrahim Efendi de aramıza girdi. Selamlık tarafındaki odalardan birinde küçük bir kanepede yatıp kalkmaya başladı. O zaman Abdürrahim Efendi 14, Nureddin Efendi 7, Abid Efendi ise 4 yaşında idiler.

Babam küçük biraderler için analarının yanında kalsınlar ve ayrılmasınlar diye emretti.

Bundan sonra yine Cevher Ağa’ya Selamlıkta, Nöbet Odasında kimler kaldı diye sordu. Cevher Ağa, “Seccadeci başı İzzet, Kahvecibaşı Ali, Musahiplerden bendenizden başka Dördüncü Musahip Selim, Musahip Şöhreddin ve Şehabeddin Ağalar, Katiplerden Ali Muhsin Bey ve Çerkes Mehmed Paşa kaldılar,” cevabını verdi. Babam mütebessimane başını sallayarak, “Pekala,” dedi.

Artık cülus topları atılmaya başlamıştı. Beklenilen müthiş gün gelip çatmıştı Yukarıda yazdığım gibi cümlemiz korku içinde isik.. Ağlaşiyor, dua ediyorduk. Bütün haremleri ve evlatları Büyük Salon’ a toplanmıştık. Kendisi metin ve mütevekkil aramızda dolaşiyordu. Bizlere hitaben, “Taakdir-I İlahi yerini buldu. Elhükmülillah,” diyordu. Biz kendimizi tutamıyarak ağlıyorduk. O ise, bilakis bize metanet tavsiye ederek tesellimize çalışıyordu. Bu sırada Cevher Ağa kapıdan gözüktü, “Başkatip Cevad Bey, Efendimizi görmek istior,” dedi. Babam, “gelsin,” diyerek bizleri Küçk Salon’a geçirdi. Kapı ardına kadar açıtı. Hepimiz kapının önünde duruyorduk. Cevad Bey girerek Milli Meclis’ten heyet geldiğini haber verdi. Babam “buyursunlar,” dedi. Başkatip önde olarak, gelen heyet içeri girdi.

Dört kişi idiler. Babamın karşısına sıra ile durup kısa birer selam verdiler.Babam mukabele etti. Gelenler Arnavut Esat Toptanî, Laz Arif Hikmet Pasa, Ermeni Aram Efendi ve Yahudi Karasu Efendi idi.

Başata duran Esat Toptanî yekten , “Millet seni azletti.” dedi. Babam metin ve gür bir sesle “ Zannedersem hal’ etti demek istiyorsunuz. Pek âlâ! Buna gösterilen sebep nedir?” diye cevap verdi.

O zaman ikinci askerî şahıs ki bunun da Arif Hikmet Paşa olduğunu sonradan öğrendik, fetva suretini okumaya başladı.Fetva şöyle başlıyordu: “İmâm-I Müslim'in olan Zeyd bazı mesâil-i mühimme-Ii şer’iyyeyi kütüb-ü ser’iyyeden tayyü ihrâc ve kütüb-Ii mezkureyi men’ü hark ü ihrak…”

Bu “kütüb-ü şer’iyyeyi hark ü ihrak “ yani “ser’i kitapları yakma “ sözlerine gelince babam yüksek sesle , “ Ben kütüb-ü şer’iyyeyi yakmışım? Hasbünallah derim,” dedi ve fetvayı sonuna kadar dinledi. Fetvanın okunması bitince,”Bu kararı hangi makam verdi?” diye Arif Hikmet Pasa’ya sordu. Arif Hikmet “ Meclis-I Milli” diye cevap verdi. Bunun üzerine babam, “Ya ...Öyle mi? Bu meclise riyaset eden kimdir? dedi. Ve Ayan Reisi Said Paşa olduğu cevabını alınca hayret eden bir seda ile,”Said Paşa , öyle mi?” dedikten sonra şu sözleri söyledi,” otuz üç sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hâkimim Allah ve beni muhakeme edecek olan Rasulullah’tır.Bu memleketi nasıl buldumsa öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim.Hizmetimi ancak Cenab-Iı Hakkın takdîrine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetlerime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular.”

Burada babam sağ ayağını öne atarak ,” Allah, düşmanlarımı kahretsin,” dedi.O zaman hepimiz birden “amin” dedik.Salonun içinde bu seda yükseliyor, bu amine erkek sesleri de iştirak ediyordu. Acaba Bendegân mı babamın karşısında buluna n heyet azaları mı amin demişlerdi, bunu anlayamadık.

Babam tekrar Arif Hikmet Paşa’ya hitap etti,” Sizden bir ricada bulunacağım: Lâzım gelenlere ve biraderime bildiriniz. Bana Çırağan Sarayını tahsis etmelerini istiyorum.Buradan oraya kolaylıkla geçmemiz mümkündür. Ahir-I ömrümüzü biz de orada ibadetle geçiririz. Başka bir arzum yoktur, “ dedi. Bir selam verdi. Vakur ve metin adımlarla, bulunduğumuz Küçük Salon’a doğru yürüdü. Heyet de çıkmıştı.

Bu konuşma sırasında babamın iki elinin paltosunun cebinde olduğunu görmüş gibi söyleyenler vardır. Babam, iki eli yanlarında olarak resmi bir tavırla duruyordu. Kimseyi, hatta bizleri bile eli cebinde kabul etmezdi. Ne babamın terbiyesi, ne de Türk terbiyesi bu şekilde bir kimseyi kabule müsait değildi. Maalesef şehzade Abdülmecit Efendi, yani merhum son halife, bu konuşmayı canlandıran tablosunda babamı elleri cebinde olarak tasvir etmiştir. Pek akıllı olan Abdulmecid Efendi’nin, babam gibi bir hükümdarın eli cebinde olarak bir heyet kabul etmeyeceğini düşünmemesi şaşılacak şeydir. Fazla söze lüzum görmüyorum.

Babamın maruz kaldığı bu muamele karşısında zavallı biraderim Abdürrahim Efendi’nin sinirleri bozulmuştu,iki eliyle yüzünü kapayarak hıçkırıklarla ağlıyordu. Ayakta duramayarak oracığa düşmüştü. Babam salona girer girmez , Abdürrahim Efendi’nin annesi Peyveste Kadın’a “Evlâdımız düştü . Ona bakınız,” dedi.Anası koşarak biraderimi kaldırdı.

Babamın bayılacağını tahmin ederek dışarıdan bir şişe kordiyal göndermişlerdi. Onlar göndermiş olacaklar. Her nedense babamı öyle sanan düşmanları çoktu.Halbuki babam çok metin adamdı. Şişeyi kendisine gösterdik. “Oraya bırakınız olduğu gibi kalsın ,” dedi.

Sonra bize heyet azâsını anlatmaya başladı. “Baştaki çok iyiliğimi görmüş olan Esat Toptanî’dir.İkincisi Arif Hikmet’tir ki bizim Kızlarağası Abdülgani’nin yetiştirdiği ve o yüzden himayeme aldığım, ferikliğe kadar yükselttiğim bir nankördür.Öbür ikisi de Yahudi Karasu ile Ermeni Aram’dır.Milletimin namına otuz üç senelik hizmetimin mükâfatı memleketime ve milletime düşman olduklarından şüphe etmediğim bu adamlar tarafından hal’imin tebliği oldu.Zarar yok . Milletim masumdur. Bunları tertib edenler şahsi düşmanlarımdır.Fakat Allah adildir. Bir elbet hakikat tecelli eder. Her ne ise , takdir bu imiş.”dedi.Sonra bize döndü,” Haydi çocuklarım, çok üzüldünüz . Odalarınıza gidip biraz dinleniniz. Benim gibi metanetli olmaya gayret ediniz. Olabilir ki yarın ya da öbür gün bizi burdan çıkarırlar. Yüzleriniz çok solgun. Haydi ağlamayınız. Allah kerimdir,” diye ilave etti. Hemen babamızın elini öperek odadan çıktık. Ağlıyorduk.

Ben bir haftadan beri daireme çıkmamıştım.Sofalarda ağlayan saray kalfalarının arasından perişan bir halde geçerek dairemin merdivenine gelmiştim. Üst basamakta, elinde doğup büyüdüğüm ihtiyar abam, çökmüş ağlıyordu. Beni bekliyordu.” Aman, arslanım ne hale gelmişsin? Biraz istirahat et . Kendini bu kadar harap etme .” gibi samimi nasihatlarla teselli vererek beni odama götürdü.Yatağımın üzerine uzandım. Hemen oracıkta bir kahve pişirip elime verdi.fakat o gün istirahat günü değildi. Bir hiss-i kablelvuku ile aklıma hep fena şeyler geliyordu.Daha çok göreceğimiz var diyerek kalbim ürperiyor, âdeta diken üzerinde yatıyormuşum hissiyle harap oluyordum.

O sırada aşağıda ki Hünkar Sofrası’ndan yine telaşlı konuşmalar, feryatlar, patırtılar başladı. Hemen fırladım. Ne oluyor diye merdivenin başına koştum. Alt başında olan kızlar, “Eyvah! Efendimizi götüreceklermiş!” diye bağırıyorlardı. Elim, ayağım kesilmişti. Titriyordum. “ Aman babacığım, ben duramam. Babamı götürüyorlarmış. ben de gideceğim ,“ dedim.

Sultan Aziz vukuatını görmüş olan tecrübeli abam, “Arslanım! Bu halde gitme Hiç olmazsa şu örtüyü başına al. Şu mantoyu da giy,” diyerek beni giydirdi.Ayrıca elime bir manto ile bir örtü daha verdi.”Bunları da annene götür,” dedi.Birbirimize sarıldık “Hakkını helal et abacığım,” diyerek merdivenden koşa koşa aşağı inmeye başladım.Arkama baktığım zaman bu şefkatli kadının,merdiven üzerine düşmüş ağlar bir halde olduğunu gördüm ve onu o halde bıraktım. Doğruca babamın dairesine koşuyordum.Her tarafta, sofalarda bekleyen genç, ihtiyar kalfalar arkamdan,”Sen de mi gidiyorsun? Bizi kimlere bırakıyorsunuz? Sizden başka kimimiz var?” diye bağırıyorlardı.Bana sarılmak istiyorlardı. Ellerinden güçlükle kurtuluyor,”hakkınızı helal edin babamla gideceğim.” diyordum.

Nihayet kendimi babamın dairesinde buldum. İlk gözüme çarpan kapının yanında sapsarı kesilmiş bir halde duran annem oldu. Ona doğru koşarak,” Ne var Allah aşkına , ne oluyoruz anneciğim?” dedim.Annem,"Kızım babanı Selanik'e götürmek istiyorlarmış.Cevad Bey gelip haber verdi.Efendimiz şimdi heyetle konuşuyor," diye cevab verdi.

Kapının önünde bekleşiyorduk. Akıbetimizin ne olacağını düşünüyorduk. Böyle bir hal şimdiye kadar ne görülmüş ne de işitilmişti. Ecdadımızdan tahttan indirilmiş olanlar burada yaşamış, burada ölmüşlerdi. Hatta öldürülen dahi olmuş, fakat bir vilayete nakledilen kimse görülmemişti. Adeta aklımız durmuştu. Bu sırada babam içeriye girdi,"Hayır, gitmeyeceğim. İstediklerini burada yapsınlar!" diye ısrar ediyordu.Cevad Bey kapıya gelmişti,"İnad etmeyiniz. Çoluğunuza çocuğunuza acıyınız. Benim vazifem hitam bulunuyor. Ben de gideceğim.Çabuk cevabınızı bekliyorlar." diyordu.

Babam tekrar salona geçti. Ne kadar müddet kaldığını tahminden bugün acizim.Tekrar içeri girip heyetin söylediklerini bize anlattı.Heyet dört kişi idi. Kimler olduğunu hemen biraz sonra öğrenmiştik.Biri Hüsnü Paşa, ikincisi Hadi Paşa[1] idi.Üçüncüsü Galip Bey, dördüncüsü de Fethi Bey(Fethi Okyar) idi.

Babam bu heyete," Ben burada ölmek isterim.Ecdadımın medfeni buradadır. Beni götürmek istemeniz meşrutiyete mugayirdir," demiş. Fethi Bey," Ordu, hayatınızı tekeffül ediyor. Size ordu bakacaktır. Bizi cebir kullanmaya mecbur etmeyiniz," diye cevap vermiş.Hüsnü Paşa ise," Arabaya beraberce binelim. Emniyet etmiyorsanız elinize bir tabanca alınız.Karşınızda oturalım. Bizden bir hareket görürseniz bizi vurmak elinizdedir," teklifini tapmış.Babam da:" Paşa!Ben sizi vurduğum takdirde beni kim vuracak?" diye sormuş.

Babam ilave ediyordu,"Sözde devletler gemilerini göndermişler. Çanakkale'de bekliyorlarmış.Dahilde bir vukuat zuhur ederse memleketi işgal edeceklermiş.tarih huzurunda yine benim mesul olacağımı da utanmadan söylediler.Bu sırada aklıma bir fikir geldi. Beni evlatlarım ve ailemle beraber göndermeye müsaade ederlerse giderim dedim. Şimdi sormaya gittiler."

Burada babam acı ve hazin bir bakışla,"İyi yaptım mı? Beraber gelecek misiniz?" diye sordu Hepimiz,"Evet Efendimiz!Pek iyi yaptınız. Siz nereye giderseniz biz de elbet beraber geleceğiz," dedik.Babam bize teşekkür ederek odanın içinde dolaşmaya başladı." Mukadderatımızı verecekleri karar tayin edecektir," diye cevab verdi.

Hepimiz takdire razı olmuştuk. Tak korktuğumuz şey, babamı bizden ayırmaları, yalnız götürmeleri idi. O zaman ne olacaktı? Bunu düşünerek titriyor, hazin hazin ağlıyorduk.

O sırada Cevad Bey kapıya geldi,"" Müsaade geldi. Ailece çıkmanıza izin verildi.Şu şartla ki bir an önce çıkmalısınız," dedi.Annem,"Efendiciğim! Biraz çamaşır falan alsak olmaz mı?" deyince Cevad Bey," Hayır,olamaz! Vakit dardır. Gideceğiniz yerde her şey vardır. Başınıza toplar atılacak.Bir an evvel çıksanız daha iyi lolur ," diye bağırarak mani oldu.Annem şaşırmıştı.Bizimle beraber gitmeye hazır bulunan Hazinedar Gülşen'e babam,"Rica ederim kızım, bana çabuk bir bardak su getir," dedi.Gülşen hemen koşarak suyu getirdi.Babam durduğu yerde bu suyu sonuna kadar içti.Gülşen'e,"Allah razı olsun" dedi.[2]İşte saraydan son nafakasını almıştı.Bu sırada saat takriben zevali yedi(on dokuz) zannındayım.

Babam suyu içtikten sonra bizlere döndü."Haydi evlatlarım, hazır mısınız?Besmele-i Şerif ile çıkalım. Allah muinimiz olsun.Tevekkeltü alellah," diyerek yürüdü.Annem Küçük Salon'daki masanın üstünde duran çantayı eline aldı.Bu çantanın içinde Kuran-ı Kerim vardı.Babam nereye gitse bu çantayı beraber götürürdü.Cümlemiz, Mümkün olduğu kadar toplu bulunmaya dikkat ederek babamın etrafını sardık.Böylece Büyük Salon'u geçerek kapının önüne geldik.Annem derhal atıldı," Dur Efendiciğim!Evvela ben inip arabaya bineceğim," dedi.Önden inip arabaya girdi.Sonra babam, Abdürrahim Efendi ve en küçük kardeşimiz Abid Efendi'nin annesi Saliha Naciye Hanım arabaya girdiler.Saliha Naciye Hanım'ın kucağında oğlu Abid Efendi bulunuyor ve zavallı küçük çocuk her şeyden habersiz uyuyordu.

Babamın arabası derhal hareket etti.

Şimdi sıra bize gelmişti. Sarayın her tarafı müthiş bir karanlık içindeydi.Bir takım beyaz külahlı, acayip insanlar merdivenin başında, arabaların önünde bulunuyorlardı. Bu korkunç insanlar nereden çıkmıştı? Bizi dağlara mı kaçıracaklardı? Titreyerek bunların arasından geçiyorduk. Cevad Bey de orada duruyordu.İkinci arabaya ben, Şadiye ve Refia Sultanlar Abdürrahim Efendinin annesi Peyveste Hanım,Refia Sultan'ın annesi Sazkar Kadın binmiştik. Biz üç hemşire en genç yaşlarda idik.Nerelere gidiyorduk? Ölüme mi?Hapse mi? Mahkumiyetimiz ne idi? Ne talihsiz çocuklardık!

Arabamız kapıdan çıkarken Seccadecibaşı İzzet Efendi'nin elindeki mendille gözlerini silerek bizi selamladığını gördük.Arabalarımız adeta uçuyordu.Arabamızın penceresinden babamızın arabasını gözlerimizle takip ediyorduk.

Sinirli, bitap bir halde idik. zavallı Peyveste Hanım bayılmıştı.Onu ayıltmak için bir kolonyamız bile yoktu.Sazkar Hanım onu ayıltmak için uğraşıyor,"Kalk kardeşim, kendine gel,"diye sarsıyor,bağırıyordu.Böylece Yıldız Yokuşu'ndan iniyor, insandan eser görmediğimiz İstanbul'un sokaklarından geçiyor, yolda mütemadiyen acıklı veda göz yaşlarımızı bırakıyorduk.Nihayet Sirkeci'ye vardık.Babamın arabası bizden önce gelip durmuştu, kendisi inmek üzere idi.Bizim araba da durunca hemen kendimizi atarak babamıza doğru koşmaya başladık.Yine etrafını sardık. Şunu da ilave etmeden geçemeyeceğim ki elinde bir baston dahi yoktu.Bir takım askerler, zabitler, jandarmalar bizle yürüyorlardı.Trene gelmiştik.Babam vakar ve temkinle trenin basamaklarına çıktı.Arkasında annem vardı. Sıra ile hepimiz içeri girdik.Salonlu bir vagon hazırlanmıştı.Arkamızdan gelen üçüncü arabadaki kadınlarda yetiştiler:Müsahip Ağalar da gelmişlerdi.Kimlerin geldiğini ancak orada görüyorduk.Babamın gelemeyen haremleri, sarayda karşı daire ile Küçük Mabeyn Dairesi'ni asker istila ettiğinden ve Harem kapıları da kilitli olduğundan bizim tarafa geçememişlerdi. Biçare Nureddin Efendi fesini kaybetmiş, çocuk aklınca babamın huzuruna fessiz çıkamayacağını düşünmüş, fesini ararken bizim tarafa geçememiş olduğunu kendisi sonra anlatmıştır.

Hepimiz trene binince üzerimize kapılar çekilip kilitlendi.Babam salonun ortasında ayakta duruyordu.Cevher Ağa'ya bendegandan kimlerin geldiğini sordu.O da Müsahiplerden Selim ve Şöhreddin Ağa'larla Çerkes Mehmet Paşa'nın, Kahvecibaşı Ali Efendi'nin, Katiplerden Ali Muhsin Bey'in geldiğini bildirdi.Haremden de bizlerden başka üçüncü arabada merhum Hatice Sultan'ın annesi Fatma Pesend Hanım, İkinci Hazinedar Zülfet, Hazinedar Gülşen, Mülkicihan ve Nevresten gelmişlerdi