Herkesin Osmanlısı Kendine
İncinmeyen ve İncitmeyen Dostlarımız Kitaplardır. Katip Çelebi

Ana Sayfa Yukarı

Tarihe dair herhangi bir meselenin nasıl anlaşılması gerektiği, daima felsefî bir problemdir. Tarih bilgisi daima "konuşturulmaya" ve "yorum"a muhtaçtır; tarih bir "anlama" alanıdır.  fazlasını talep ederler. Tarihî bir hâdiseyi, dönemi veya şahsı anlamaya çalışmak, o şeyin daima yeniden inşâsını ve kurgulanmasını gerektirir. Bu iş için harcanması gereken emeğin ciddiyet boyutu, en azından bir tarih piyesini sahneye koyan yönetmenin karşılaşması muhtemel müşkülleri zihinde canlandırılarak tasavvur edilebilir; kaldı ki sanat eserlerinin gerçeğe mutabık kalmak gibi bir usûl şartı da yoktur.

Tarih yazanlar "seçerler" ve seçmek daima sübjektif kalmaya mahkûm bir kriterdir. Tarih okuyucusu adına geçmiş zamandan cereyan etmiş sayısız ayrıntı karşısında çaresiz kalan tarih yazıcısı seçmeye mecburdur; doğrusu bu pek kahırlandırıcı bir seçim zaruretidir; evvelâ "vesikaya rabtolunmuş" şeyleri seçmek zorundadır; ikinci planda askerî, sosyal veya siyâsî önem kriteri tarih yazıcısının elini-kolunu bağlar. Daha sonra araştırmanın hudutlarını ve istikametini tâyin eden teorik çerçeve, yeni bir seçim zaruretini ortaya çıkarır; son safhada ise varlığı bilinen veya hissedilen ama ulaşılamayan kaynaklar, tabii bir tarzda diskalifiye edilen, yani seçilen şeyler listesinde yerini alır.

Tarihçi vesikaları inceler, sınıflandırır, benzer olguları yanyana koyar, sebep-sonuç ilişkilerini kurmaya çalışır ve aradaki boşlukları işaretler; üzülerek belirtmelidir ki bu süreç, sadece tarih disiplininde değil, diğer ilim dallarında da kusursuz işleyebilen bir usûl süreci değildir. Vesika ile onu konuşturması veya yorumlaması beklenen uzman arasındaki "empatik aura" nâdiren mükemmel bir seviyede tezâhür edecektir. Usûlde "dış tenkid" dediğimiz, vesikasının fizikî sıhhatini irdeleyen tenkid süreci bir yana, "yazı" ile o yazıdaki "anlam" arasındaki müşküller, tarihin en problematik alanlarından birini teşkil eder. Neticede gruplar halinde tasnif edilen, ve sebep-sonuç bağına göre sıraya konulan vesikaların yorumlanmasına geçilir; usûl açısından ne kadar kusursuz olsa da her yorum, sonuç itibariyle bir yorumdur. Bir rekonstrüksiyon denemesi ve bir yorumdur; gerçeği asla ikame edemez bu tabiatiyle tarih ümit kırıcı olanın, hattâ imkânsızın disiplinidir.

Bu noktadan sonra söz konusu tarih etüdü, okuyucunun karşısına çıkar. Meslekten bir tarihçi olsa bile okuyucunun, okuduğu metinle arasında hâsıl olması beklenen anlam bağı da problematiktir. "Ben ne söyledim sen ne anladın garib efsânedir / Cenâb-ı vâcibü'l-idrâk müzdâd eylesin i'zânını" derecesinde mâlul olmasa bile, metinle anlam arasındaki bağıntı müşkülleri, tarih bilgisinin tüketici halkasındaki son kişiyi kaplamaktadır; "kitapları dolduran senin gönlün" diyen düşünürümüz haksız değildir.

Her ilim dalı, kendine ürkütücü, caydırıcı ve hiç olmazsa saygı uyandırıcı bir "nizâmiye" revâkı inşâ etmek refleksinden kurtulamamıştır. Tarih bilgisinin "nizâmiye"si, bu genel kabûlün üstüne mayınlı bölgeler, dikenli teller, İtalyan çukurları ve makineli tüfek yuvaları gibi güvenlik artırıcı öğelerle ilaveten tahkim edilmek istense bile aslında rastgele bir bulvar kavşağında, rastgele bir yaya geçidi kadar umûma açık bir görüntü sergilemekten kurtulamıyor. Çünkü tarih, geçmişin bilgisidir ve alelumûm herkeste bir geçmiş bilgisi vardır. Terence'e atfedilen, "ben insanım ve insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir" sözü, hiçbir ilim dalı için tarihten daha cesaretlendirici bir muhtevâ taşımaz. Kıraathanelerin mermer tavla masalarından akademi kürsülerine, köşe minderlerinden arşivlerin küf kokulu loş dehlizlerine kadar tarih, herkese hitap eden ve herkesin anlayabildiği bir ihtisas dalıdır; biraz mukaddes kitapları andırır ve mukaddes kitapların çoğunlukla tarih meselleriyle konuşması sebepsiz değildir.

Tarih Bir İnanç Alanıdır; Osmanlı Tarihi Kezâ!
Kuruluşunun 700. yılı dolasıyla Osmanlı vâkıası üzerinde yoğun dikkatler geliştirme çabasını takdirle karşılamalıyız; ne var ki bu iyiniyet gösterisinin neticede, Osmanlı hakkındaki önyargıları pekiştirmek gibi eski bir istasyonda duraklamasından endişe edilmelidir. Konu, "Bizans'ın 1500. yılı" veya "2000. yılında Kartaca" olsaydı, bu "anlama" faaliyetinin başlangıcında Türk kamuoyunun daha şanlı olduğunu düşünebilirdik; ama konu "Osmanlı"; Osmanlı ile bugün onu anlamak durumunda olan kuşaklar arasında önemli bir iletişim probleminin bulunduğunu zannediyorum. Bu anlama faaliyeti esnasında ihtiyaç duyabileceğimiz bütün temel araç ve kavramların, 76 yıllık Cumhuriyet tarihimiz müddetince ideolojik bir "sterilizasyon"a tâbi tutulmuş olması, bizim için büyük bir handikap teşkil ediyor. Osmanlı devlet nizâmı içinde "din"in yerini belirlemek, erbâbı için dahi nice istisnâ ve kendine mahsus özellikleriyle kompleks bir ilişkiler yumağı teşkil ederken medyatik dilde "şeriat" kavramının ancak hakaret belirtmeye yarayan bir tek anlamlılığa dönüştürülmesini hatırlayalım; Türkiye'de laikliğin egemen olmasını isteyen ve sayıca hiç de az olmayan mühim bir kitle, "din"i, devlet hayatından ve kamu alanlarından behemahal uzak tutulması gereken bir "ârıza" gibi gördüğü andan itibaren yakın ve uzak tarihini "anlama" vâsıtalarından belki de en önemlisini gönüllü olarak terk etmiş olmaktadır. Buna mukabil "din" olgusuna karşı en azından "ilmî mesâfe"sini koruyabilmeyi başarmış herhangi bir ecnebi ilim adamı için Osmanlı, gerekli ilmî gayretin gösterilmesi halinde "anlama" alanı içine kolayca girivermektedir. Din hakkındaki ilmî dikkatleri ve ihtisas bilgisini, bütün empatik hassalarla birlikte ilâhiyat fakültelerine devreden ve şahıs ölçeğinde "laik" olduğunu ileri sürebilen bir kavrayışın sahipleri için Osmanlı vâkıası artık bütünüyle bir "tersine imân" alanı haline gelmiş olur.

Bundan yüz yıl önce yaşamış bir Osmanlı entelektüelinin hatıra defterini, seksen sene önce yayımlanmış bir mahallî gazete nüshasını, hattâ sıradan bir Osmanlı tebâsının bir aile fotoğrafı arkasına çiziktirdiği birkaç satırlık notu okumak ve bundan daha önemli olmak üzere okuduğu metne "nüfûz etmek", günümüzde artık ihtisas bilgisi isteyen bir hüner halini almış bulunuyor. Güçlük, sadece 1928 yılında harf inkılâbı yaparak alfabe değiştirmiş olmamızdan kaynaklanmıyor; cârî neticeler itibariyle bugünün yaşayan Türkleri, yüz yıl önce yaşayan Türklerden farklılaştırılmış bir dil konuşuyorlar; daha fakir bir dille konuşuyorlar ve şüphesiz daha kakofonik seslere teslim olmuş bir dille konuşuyorlar; bu gerçeği bir noktaya kadar makulleştirmek mümkün ama kendilerinden bir asır önce yaşamış insanların diline karşı ideolojik önyargılarla beslenen bir antipati duymak, onları aslında kendilerinden önce yaşamış insanları "anlama" imkânından mahrum bırakıyor.

Bu iki mühim algı noksanına hâlâ etkisini sürdüren bir "kültür çatışması"nı da ilâve etmeliyiz: Tanzimat asrında kendini gösteren Batılılaşma cereyanı ile başlayan bu kültür çatışması, Cumhuriyet rejiminin kendini daha belirgin ve kontrast çizgilerle izah etmek isteyen Batılı kültür politikaları ile desteklenince, hiç de tabii ve makûl görünmeyen bir geleneksel kültür-asrî (Batılı) kültür dikotomisine dönüştü. Geleneksel kültür, inkılâp kadroları tarafından "tarih ârızası", mutlaka izâle edilmesi gereken bir tortu ve hattâ giderek Cumhuriyet aleyhtarı bir kültür aurası olarak takdim edildiğinde, günün birinde geleneksel kültürün tarihi anlama ve yorumlama çabalarında gerekecek bir birikim teşkil edebileceği hususu da yerle bir edilmiş oluyordu: Türkiye'de devlet eliyle kurulan ilk Türk Musikisi Konservatuarının henüz 1976 tarihinde faaliyete geçmiş olması, buna çok tipik bir misâldir. Geleneksel kültür taraftarlarının buna mukabil geliştirdiği tepki, sadece kültürel tepki olmakla kalmadığı gibi, tez zamanda ideolojik bir muhtevaya bürünmekte gecikmedi. Bundan sadece bir yıl önce Devlet başkanının, bir senfoni orkestrasının verdiği konserde, maestro kürsüsünün önünde seyircilere dönerek, "İşte çağdaş Türkiye bu" nitelemesinde bulunması, nahak yere zuhur eden kültür çatışmasının ne derece irrasyonel irtifâ kaybına sebep olduğunu açıkça gösteriyor.

Dili, dinî ve kültürel unsurları "sterilize" edilen bir tarih olgusunun anlaşılması, sadece okur-yazarlar için değil, bizâtihi işin mütehassısları için bile vahim bir handikap teşkil ediyor bugün. Osmanlı vâkıası ile sağlıklı bir temas sağlamak isteyenler için ilk elde "hissî alâka"dan gayri iletişim vâsıtası bulunamıyor.

"Hissî alâka" deyip geçmiyorum; erbâbı bilir ki, tarih usûlünün gerektirdiği bütün teknik lâzımeye itaat ettikten sonra sadece "hissî alâka" yardımıyla anlaşılabilecek ayrıntılar da vardır ve bu ayrıntılar bazen esası kavrayacak derecede geniş kapsamda tecellî edebilir. Tarihçiler, "saymalı değil, tartmalı!" ölçüsüne itibar ederler; "tartmak", genellikle saymak işleminden farklı sonuçlar verir; doğrudan doğruya anlamak veya yorumlamakla ilgili bir zihnî kabiliyettir. Türkiye'de tarih anabilim dalıyla akademik seviyede ilgilenen kişilerin ezici bir çoğunluk itibariyle "muhafazakâr" veya geleneksel kültürle irtibâtını kesmemiş nitelikler taşıması şüphesiz tesâdüf değildir.

Muhafazakâr bakış açısı, tek başına "iyi tarihçi" olmak için elbette yeterli bir karîne sayılmaz ama tek başına bir faktör olarak ele alındığında bir tarihçiye "Primus inter pares" (eşitler arasında birinci) avantajını sağlayabilir. Vaktiyle bir tarihçimiz, "Niçin hep sağcılardan tarihçi çıkıyor da solcular tarihe aynı derecede ilgi duymuyorlar?" sualini irdelerken aynı olguyu işaret ediyordu.

Tarihin bir inanç alanı haline getirilmesi, "millî devlet"lerin yükseliş sürecinde sadece Türklere mahsus bir olgu teşkil etmez; benzerleri vardır ama Türkler için Osmanlı tarihinin bir inanç alanı haline getirilmesi, yukarda izah etmeye çalıştığım sebepler yüzünden neredeyse kaçınılmazdı.

Neye Değil, Nereden Baktığınız da Önemli
İşin tabiatından ileri gelen müşküllerin haricinde, resmî ideolojinin tarihî olguları sterilizasyon işleminden geçirerek Cumhuriyet nizâmını muhtemel meydan okumalara karşı güçlendirme gayretine girişmesi, Osmanlı tarihini çok problemli bir inanç alanı haline getirdi; ifratla tefrit arasında dengesizleşen "tartma" kabiliyeti yüzünden Osmanlı tarihinde beyaz ve siyah inanç bölgeleri oluşturuldu. Resmî ideolojinin vehimli bir hâletle kararttığı mıntıkalar, müdafaacıların gayretiyle hiç gri alan bırakmamak kaydıyla beyaza "badana" edildi.

İşin ilginç tarafı, aynı "ifrat-tefrit" aykırılığının Osmanlı tarihiyle mahdud kalmayarak Cumhuriyet tarihine de bulaşmış olmasıdır. Meselâ ifratçı zümre, Mustafa Kemal Paşa'nın 31 Mart Vak'asındaki rolünü abartarak onu neredeyse Hareket Ordusu'nun yegâne erkân-ı harbi olarak takdim ederken tefritçiler bu abartmayı boşa çıkarmak maksadıyla Hareket Ordusu'nun "muhtelit" muhteviyatına vurgu yaparak karşı atak geliştirmişlerdir; ifratçılara göre Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla Samsun'a hareket etmesi, tamamen kendi inisiyatifinden ilham alan ve bu yüzden "Millî Mücâdele"nin ilk adımı sayılması gereken bir kudsiyet taşır, oysa ki tefritçiler, Mustafa Kemal Paşa'nın Vahidettin tarafından tevcih edilmiş "vatanı kurtarma" vazifesiyle Samsun'a gönderildiğini düşünürler. İfratçılar, Mustafa Kemal Paşa'ya, "Carlyl"ın kahraman misyonunu izâfe ederek, "o olmasaydı, Millî Mücâdele de olmazdı" görüşünü tâlim ederken tefritçiler, "o olmasaydı başkası olurdu" demeye getirirler. Bu kabil hadiseleri, Cumhuriyet tarihinin bütün ana başlıklarına yayarak bir "ifrat-tefrit" listesi tanzim etmek mümkündür; tarihî hadiselerin etrafında bu tip kamplaşmaların neticede "hakikat duygusu"nu zedelediğini söyleyebiliriz.

Osmanlı tarihi söz konusu olduğunda ihtilâf listesi daha kabarır: İfratçılara göre Osmanlılar dine dayalı bir devlet kurmuşlar, devlet başkanlığını Osmanlı sülâlesine tahsis edip tez zamanda monarşiyi mutlaklaştırarak keyfî yönetime kaymışlardır; devşirmeleri kapıkulu ocağına kabul etmekte Türkmen aristokrasisinin sukuutuna yol açmışlar, bütün servet dolaşımını devlet kontrolünde tutarak ticaret ve sanayi sermayesinin temerküzünü engellemişler; Türklük bilincini hiçe sayarak yabancı kadınlarla evlenmişler, yüksek devlet hizmetlerini ecnebi asıllılara teslim etmişler; denizciliğe önem vermemişler; yargı, yönetim, eğitim ve ilim hayatını medresenin inhisarına bırakmışlar; bürokrasinin gereğinden fazla büyümesini seyretmekle yetinmişler, çağdaş ilim ve teknolojiyi izlemekte ihmâlkâr davranarak bunun yerine hurâfe ve dinî itikadlarla iş görmeyi tercih etmişler; reaya ve yönetici zümrenin birbirinden farklı sınıflar haline gelmesini tercih ederek baskı yönetiminden vazgeçmemişler; saray ve zâdegân çevresinde farklı bir dil ve ideoloji geliştirerek halk yığınlarını asker ve vergi kaynağı olarak görmüşler ve hâsılı yanlış üstüne yanlış yapmışlardı. Bu yanlışlar listesinde siyâsî hatâlar da yer almaktadır ama ilk elde akla gelen kalemlerden müteşekkil bu "seyyiât"ın hemen tamamı, siyâsî olmaktan çok evvel bir "zihnî duruş yeri" olarak dikkat çekmektedir.

Her Nevi "Apology" Peşin Yenilgidir
Hayli zamandır ülkemizde tarihçilik, yanlışların yerine doğruları ikame etmek tarzında icrâ ediliyor; ilk bakışta yanlışın yerine doğruyu koymak mâsum bir niyet olmaktan da öte, elbette doğrunun ta kendisi gibi görünüyorsa, yanlışları düzeltmenin aynı zamanda "apology", yâni bir nevi özür mânâsına gelen müdafaa anlamı taşıdığı gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim 700. yıl münasebetiyle yapılan yayınların çok büyük bir kısmında bu apolojik gayret, bâriz tarzda görünüyor.

Müdafaa üzerine kurulan tarih etüdleri (ki buna eski lisânla "teemmül", iyice etraflıca düşünme demek daha doğru olur), neticede hangi safhaya ulaşmış olursa olsun apoloji olmak niteliğinden kurtulamıyor; zirâ hakkındaki yanlışlıkları tashihe kalkışılan şey, bir süre sonra müdafaa olunan şey haline geliyor; müdafaa gayretinin bir safhadan sonra müdafaa olunan şeyle aynılaşması kaçınılmazlaşıyor. Genç akademisyenlerin başına sıkça gelen bir tehlikedir bu; aylar boyunca aynı odak etrafında okuyan, araştıran, düşünen ve yazan araştırmacı, denetimsiz kaldığı anda kendisinin o konu hakkında "taraf" olmaya başladığını çoğunlukla fark edemez.

Bu noktaya erişmiş olan müdafaa gayreti,"anlama" sathını puslandırdığı için aslında "aleyhte önyargı" kadar risklidir. 700. Yıl faaliyetlerinin, saydığım gerekçelerle lehte veya aleyhte tavır alan herkes için bir "tecdîd-i imân ve nikâh" ameliyesinden ibaret kalmasından endişe ediyorum.

Hakikat; Kime ve Niçin Gerekli?
Meseleyi bir açmaz olarak masaya koyduğumun farkındayım; tarih bilgisi, yanlış anlaşılmış bile olsa kullanışlıdır; doğruluğu şüphe götürür bilgi üzerine bile tarih spekülasyonu yapmak ve ondan sonuç çıkarmak daima mümkündür ve aded itibariyle tarih spekülasyonları genellikle bu cinstendir. Ne var ki tarih spekülasyonu yapmak, sadece mütehassısların inhisarında bulunmuyor; hemen her insan, farklı kalitede olsa bile tarih bilgisi kullanır ve hattâ bu bilgi üzerine bir dünya görüşü inşâ eder. Tarih hakkında konuşurken, tarih bilgisinin bu tabiatını gözden ırak tutmamak gerekir. İşte bu yüzden her seviyede tarih tartışmaları hemen her yerde nihai sonuca vâsıl olamadan yarım kalmaya mahkûm görünüyor zirâ tarih bilgisi, dünü anlamak ve yorumlamaktan ziyade bugünü ve yarını istikametlendiren (oriente eden) bir kullanışlılık değerine sahip bulunuyor; öyleyse tarih bilgisi daima bugün ve yarınla ilgili tahminleri, tasavvurları, niyetleri ve beklentileri meşrûlaştırma aracı olarak revaç bulacaktır.

Tarih usûlü "hakikat"in peşindedir ve esasen her ilim, hakikatin kendi parseline düşen kısmına eğilerek bir hakikat bütünlüğü inşâ etmek dâvâsındadır. Bu noktada mesele, insanla hakikat arasındaki ilişkinin tabiatına bağlı gibi görünüyor: Hakikat, kime, niçin lâzım? İrâdemizin dışında teşekkül etmiş hakikatin bizatihi kendisiyle temas etmek ve onunla yüzleşmek yerine, hakikatin yerine ikame edilmiş genel kabuller, önyargılar, aksiyomlar ve hâsılı "Köroğlu gözün körolsun" mantığıyla paylaşılan geçici doğrular, ideolojik "credo"lar tüketime hazır dururken hakikatin uzun, yorucu, pahalı ve ömür törpüsü mâliyeti kime câzip görünebilir ki?

Belki başta sormalıydık; hakikat kime, niçin lâzım? Bedelini ödemeye hazır olmayanlar için sayısız ikame edilmiş, konfeksiyon hakikat türevleri tüketime sunulmuşken, hakikatin bizatihi kendisine ulaşmak için tehlikelerle dolu bir serüvene tek başına atılmanın câzibesi nedir?

...
Herkesin "Osmanlı"sı kendine...

Ahmet Turan ALKAN                                                               Cogito Yaz '99 dan alınmıştır