Ahi Çelebi Camii
Ana Sayfa ] Fatih Sultan Mehmet ] 31 Mart Vakası ] İstanbul Yangınları ] [ Ahi Çelebi Camii ]

Ahi Çelebi Camii: Bir rüya mekânı


Bir gün Eminönü’ne yolunuz düşerse, İstanbul Ticaret Odası binası yakınlarında, etrafı bütünüyle otopark haline getirilmiş bir Osmanlı camii göreceksiniz. Çatlak duvarlarını otlar bürümüş, kapıları kapalı ve bütün camları kırılmış eski mi eski bir cami: Ahi Çelebi Camii. Bu isim, bu yazıyı okuyanlardan kaç kişi için bir anlam ifade ediyor, bilmiyorum. Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’nde Ahi Çelebi Camii’nin yerini “Balıkpazarı Değirmen Sokağı, Yoğurtçu Hüseyin
Sokağı ve Zindankapı Caddesi arasında kalan adacıkta” diye tarif eder. Bugün artık böyle bir tarif
geçersizdir; çünkü ne Balıkpazarı kalmıştır, ne Yoğurtçu Hüseyin Sokağı... Ve civarda gördüğünüz insanlara sorunuz, her gün önünden geçtikleri, belki de arabalarını dibine park ettikleri bu camiin adını hiç duymadıklarını söyleyeceklerdir. 
Şu anda kendi kaderine terk edilmiş gibi görünen Ahi Çelebi Camii, Kanlıfırın Mescidi ve
Yemişçiler Camii adlarıyla da anılıyordu. Ayvansarayî’nin Hadikatü’l-Cevâmi’de verdiği bilgiye
göre, Mahmut Paşa’da dükkânı bulunan Ahi Çelebi Tabib Kemal adında bir hayırsever tarafından
muhtemelen XV. yüzyıl sonlarında yaptırılmıştı. Yemiş İskelesi’nde çıkan yangınlarda iki defa
yandı; ikinci yangından sonra Mimar Sinan tarafından tamir edildiği için Tezkiretü’l-Enbiye’de
onun eserleri arasında zikredilmiştir. Sözün kısası, Ahi Çelebi, İstanbul’un en eski camilerinden
biridir; üstelik Sinan eli değmiş, daha da önemlisi Evliya Çelebi’nin meşhur rüyasının mekânı
olmuş bir cami.
Evliya’nın muhteşem rüyası 
Şimdi isterseniz üç yüz yetmiş bir yıl öncesine gidelim: 
1040 yılı Muharremi’nin aşura gecesi (19 Ağustos 1630), İstanbul’daki evinde bir ara dalıveren
Evliya Çelebi, eskilerin tabiriyle “beyne’n-nevm ve’l-yakaza”, yani uykuyla uyanıklık arasında bir
rüya görür. Yemiş İskelesi yakınında helâl mal ile yapılmış eski bir cami olan Ahi Çelebi
Camii’nde, minberin dibinde oturmaktadır. Birden kapı açılır ve camiin içi nurdan bir cemaatle
doluverir. Hayret ve hayranlık içinde olup biteni seyreden Evliya, gelip yanına oturan zata kim
olduğunu sorar. 
Aldığı cevap heyecan vericidir: 
“Aşere-i Mübeşşere’den okçuların pîri Sa’d ibni Ebi Vakkas!” 
Peki, camiyi nura boğan cemaat? Okçular pîrinin anlattığına göre, ön saftakiler peygamberlerin,
arka saftakiler evliyanın ruhlarıdır. Ashabın, muhacirînin ve bütün Kerbelâ şehitlerinin ruhları da
hep orada. Mihrabın sağında oturan Hazreti Ebubekr ve Ömer, solundaki Hazreti Osman ve
Ali’dir. Mihrabın önündeki de Hazreti Üveysü’l-Karâni. Müezzinlerin, dolayısıyla Evliya Çelebi’nin
piri olan Bilâl-i Habeşi, camiin solunda duvar dibinde oturmaktadır. Ve işte şimdi içeri kanlı
esvaplarıyla girenler de Hazreti Hamza ve cümle şehitlerin ruhları! 
Sa’d ibni Ebi Vakkas, Evliya’nın “Yâ sultanım, bu cemaatin bu camide cem’ olmalarının aslı
nedir?” sorusunu da şöyle cevaplandırır: 
“Azak câniblerinde cüyûş-ı muvahhidînden Tatar-ı sabâ-reftâr askeri muzdaribü’l-hâl olmağla
Hazret’in himâyesinde olan bu İslambol’a gelüp andan Tatar Han’a imdâda gideriz; şimdi
Hazret-i Risâlet dahi İmam Hasan ve İmam Hüseyin ve on iki imamlar ve bizden gayri Aşere-i
Mübeşşere ile gelüp sabah namâzının sünnetin eda idüp sana kamet eyle diyü işaret buyururlar;
sen dahi savt-ı a’lâ ile ikamet-i tekbîr idüp ba’de’s-selâm Ayetü’l-kürsî’yi tilâvet eyle, Bilâl
Sübhanallah desin, sen Elhamdülillah, Bilâl Allahü ekber desin, sen âmin âmin de. Ve cümle
cemaat ale’l-umûm tevhîd ederiz, Ba’dehu sen Ve salli ala cemîi’l-enbiyâ ve’l-mürselîn
ve’l-hamdüli’llâhi rabbi’l-âlemîn diyüp kalk, heman mihrabda Hazret-i Risâlet otururken dest-i
şerîfin bûs idüp ‘Şefâat ya Resûlallah’ deyüp recâ eyle!”
“Seyahat ya Resulallah!”
Tam o sırada camiin kapısında bir nur şimşek gibi çakar ve her yer “nûrün alâ nûr” olur. Bütün
cemaat ayağa kalkmıştır; Peygamberimiz, sağında İmam Hasan, solunda İmam Hüseyin olduğu
halde kapıda belirir. Yüzünde al şaldan bir örtü, elinde bir asâ vardır ve kılıcını kuşanmıştır.
“Bismillah” diyerek mübarek sağ ayağını içeri atıp nikabını açar ve selâm verir: 
“Esselâmü aleyküm yâ ümmetî!”
Camidekiler hep bir ağızdan selâmı alırlar. Resulullah mihraba geçip sabah namazının sünnetini
kılarken Evliya dehşet içinde tir tir titremekte, bu arada Peygamber’in eşkalini dikkatle
incelemektedir. Evet, aynen Hilye-i Hâkanî’de yazdığı gibidir: Destârı on iki kolanlı beyaz şal,
gerdanında sarı sof şal, ayaklarında sarı çizmeler... 
Resulullah sünneti kılıp selâm verdikten sonra sağ eliyle dizine vurarak Evliya’ya “İkamet eyle!”
buyurur. Evliya, segâh makamında “ikamet ve tekbir” eder. Resulullah aynı makamda hazin bir
sesle Fâtiha’yı okuyarak ruhlar cemaatine sabah namazını kıldırır. Selâmdan sonra Evliya, Sa’d
ibni Ebi Vakkas’ın tarifine göre Bilâl-i Habeşî ile müselsel müezzinlik yapar. Resulullah mihrapta
yanık bir sesle Yâsin-i Şerif okuduktan sonra ayağa kalkınca Sa’d ibni Ebi Vakkas, Evliya’yı
elinden tutup huzura götürür ve der ki: 
“Âşık-ı sâdıkın ve ümmet-i müştâkın Evliya kulun şefaat rica eder!”
Ve ardından Evliya’ya döner: 
“Mübarek dest-i şeriflerini bûs eyle!” 
Evliya büyük bir heyecan içindedir; ağlayarak Peygamber’in mübarek elini öper ve “şefaat”
diyecek yerde, 
“Seyahat ve Resulallah!” deyiverir. 
Bu dil sürçmesi Resulullah’ın çok hoşuna gitmiştir; tebessüm ederek: 
“Şefaat ettim, sıhhat ve selâmetle seyahat eyle! Fâtiha!” buyurur. 
Çiçek kokan eller 
Ruhlar Fâtiha okuduktan sonra Evliya hepsinin ellerini bir bir öpmeye başlar. Misk, anber,
sünbül, gül, fesleğen, menekşe ve karanfil gibi kokan mübarek eller... 
Evliya’nın anlattığına göre Hazreti Peygamber’in pembe renkli eli gül gibi kokmaktadır ve sanki
kemiksizmiş gibi yumuşacıktır. Diğer peygamberlerin elleri ayva kokusundadır. Hazreti
Ebubekir’in eli kavun, Ömer’inki anber, Osman’ınki menekşe, Ali’ninki yasemin, Hasan’ınki
karanfil, Hüseyin’inki beyaz gül. 
Evliya camideki bütün ruhların ellerini öptükten sonra Hazreti Peygamber tekrar “Fâtiha” der;
herkes yüksek sesle “seb’al-mesânî”yi okur ve “Esselâmü aleyküm eyâ ihvânûn” diyerek
camiden çıkar; sahabeler de Evliya’ya hayır dualar ederek onu takip ederler. Sadece Sa’d ibni
Ebi Vakkas durur ve belinden sadağını çıkarıp Evliya’nın beline kuşattıktan sonra şu öğütleri
verir: 
“Yürü sehm ü kavs ile gazâ eyle ve Allah’ın hıfz-ı emânında ol ve müjde olsun sana bu meclisde
ne kadar ervâh ile görüşüp dest-i şerîflerin bûs itdinse cümlesini ziyaret itmek müyesser olup
seyyâh-ı âlem ve ferîd-i âdem olursun. Amma geşt ü güzer itdiğin memâlik-i mahrûsaları ve kılâ-i
büldanları ve âsâr-ı acîbe ve garîbeleri ve her diyarın memdûhât, sanâyiât, me’kûlât ve
meşrûbâtını ve arz-ı beledi ve tul-ı neharların tahrir idüp bu seyr-i garîbe ile ve benim silâhımla
amel idüp dünyâ ve âhiret oğlum ol, tarîk-i hakkı elden koma gıll u gışdan beri ol, nân u nemek
hakkın gözle, yâr-ı sâdık ol, yaramazlarla yâr olma, iyilerden iyilik öğren!”
Bu öğütleri verdikten sonra Sa’d ibni Ebi Vakkas da Ahi Çelebi Camii’nden çıkıp gider. 
“Önce bizim İstanbulcuğumuzu yaz!”
Derin bir inşirah ve büyük bir mutluluk içinde uyanan Evliya Çelebi, abdest alıp fecir namazını
kıldıktan sonra Kasımpaşa’ya gider ve rüya tabircisi İbrahim Efendi’ye güzel rüyasını en ufak
ayrıntıyı bile kaçırmadan anlatır. İbrahim Efendi’ye göre, Evliya seyyah olup bütün dünyayı
dolaşacak ve öteki dünyada Resulullah’ın şefaatine nâil olacaktır. Bu tabirle yetinmeyen Evliya,
Kasımpaşa Mevlevihanesi şeyhi Abdullah Dede’nin tabirini de merak eder ve huzuruna varır.
Dede’nin tabiri daha gönül ferahlatıcıdır: 
“On iki imamın ellerini öpmüşsün, dünyada azim sahibi ve başarılı olacaksın! Aşere-i
Mübeşşere’nin ellerini öpmüşsün, cennete gireceksin! Çâr-yâr-ı güzînin ellerini öpmüşsün,
dünyada bütün padişahların dostu olacak, sohbetlerinde bulunacaksın. Hazreti Resul’ün yüzünü
görüp mübarek ellerini öpmüş, hayır dualarını almışsın, iki dünyada saadete ereceksin. İmdi,
Sa’d Vakkas’ın nasihati üzere önce bizim İstanbulcuğumuzu yazmaya başla, yürü işin rast gele,
el fâtiha!” 
Ahi Çelebi kurtarılmalı! 
Bu muhteşem rüyaya sahne olan Ahi Çelebi Camii, mü’minlere asırlar boyunca hizmet verdi.
Ama bugün yazık ki sonun başlangıcında. Sıvaları dökülmüş, taşları çürümüş, cemaatini
kaybetmiş ve otomobillerle kuşatılmış bir halde Haliç’in bulanık sularını seyrediyor ve geçmiş
güzel günlerini düşünüyor. Haliç temizlenirken yapılan hafriyat sırasında ve yeni Galata
Köprüsü’nün kazıkları çakılırken meydana gelen sarsıntılar; duvarlarında büyük çatlakların
meydana gelmesine yol açmıştı. Bunun üzerine Vakıflar tarafından restore edilmesine karar
verildi. Ancak restorasyonu yapacak firma tarafından dış sıvalar söküldüğünde görüldü ki, yapı
taşları âdeta erimiş. Bu haliyle restore edilse bile, çok kısa bir süre sonra yeniden tamire
muhtaç hale geleceği açıktı. Bu yüzden restorasyona başlanamadı. O gün bugündür metrûk bir
halde taşlarına değecek himmet elini bekleyen Ali Çelebi Camii kendiliğinden çökmeden
kurtarılmalı, bunun için gerekli tedbirler bir an önce alınmalıdır. Buna hiç şüphesiz en çok sevimli
Evliya Çelebi’nin -belki de şimdi bir zamanlar gördüğü rüyayı yaşamakta olan- ruhu sevinecektir.

(Beşir Ayvazoğlu'nun Zaman Pazar'da çıkan bir yazısından alınmıştır.)